10 Aralık 2013 Salı

Baloncukların içindeki doğrular

Eğer savaş kazananlar ile kaybedenlerin bi oyunuysa, ilişkiler ya da birliktelikler bu zıtlıkları birleştirecek yegane şey. Aynı zamanda uzaklaştırabilecek de. Dengeleri değiştirecek ve hayatları düzenleyebilecekken yıkan da tek şey. Zaten konu hayatsa ve bu hayatın içinde düşünen ve düşüncelerle hareket edenlerle dolu binlerce nefes varsa iş daha da karmaşıklaşıyo, içinden çıkılmaz bi hal alıyor. Çünkü düşünce sonsuz ve cansız. Soğuk. Bedenlerde kendini buldukça canlanır, yıllar öncesinin bi düşüncesi hiç bozulmaz, arada binler olsa dahi bi gün aniden güçlenip tekrar ortaya çıkabilir. Şimdi haksız olduğumu düşünen birisi toprak olduktan sonra başka bi tanesinin çıkıp hmm evet diyişiyle yeni dengenin bi tarafını oluşturabilir. Sonunda ben miyim yoksa siz misiniz kazanan işte onu bilemeyiz. İyi ki de bilemiyoruz, yoksa yaşamın tek anlamı ve savaşı biter. Konuyu dağıtmak istemiyorum neyse.

Özgür olduğumuzu sandığımız, bize verilen bi hayatın sonunda bize verilecek şekilde yaşanılan bi hayatın içinde olduğumuzu sanmamakta üstümüze yok. He canım ya sen özgürsün sen tutulamazsın sen ayrısın sen çok özelsin. He. Çok uzun zamandır düşündüğüm ve çıkıp birisinin de ''yok abi saçmalama bu kadar basit bişeyi neden düşünüyosun ki'' diyemediği bi konu bu. Bi fabrikamız var, bu şirketin tüm kollarını düşünün. Hademesinden müdürüne kadar işçisinden çaycısına kadar aradaki tek denge gerçekten kazanılmış ve kaybedilmiş bi hayat değil mi. Yanlış anlaşılmasın kimseyi kötülemiyorum ya da mesleğine bişey söylemiyorum. Hatta bu konuda kesin olan sözlerin '' abi adam çöpçü yaa ne bekliyosun ki'' diyen insanların bulunduğu yerin ne kadar farkında olup olmadığını açıklamaya çalışıyorum. Fabrikada her kesimin her zihnin kafasındaki kaybedenler ve kazananlar düşüncesi birbirinden farklı, uğruna savaştığı şeyler birbirinden bağımsız olduğu kadar da bağlı. Hayat acımasız tabiri nasıl saçma bi şekilde genelleştirilmişse hayata bakış da o kesimlerin arasındaki farklılıkları belirlemiş farkedersiniz. Birisi olmak istediği yeri benimsemiş ve onun için uğraşmışsa hayatı boyunca, kendi hayatının kazananınysa; diğeri de  akşama kadar canını dişine takarak evine az buçuk ekmeğini götürürken gururludur  ve kendi hayatının kazananıdır. Ve ikisi de patron işçi ilişkisi sonucu bir aradadır ve birbirine o kadar da düşmandır ayrıca. Bazen ikisinin de hayatta birleştiği noktalar vardır. Ve bazen de çok çok ayrı düştüğü, bi doğrunun bile birleştiremeyeceği noktaları.

Sıkıcı ve acımasız olan dönüp baktığımızda günün birinde bizim olduğuna bile şüphe edebileceğimiz düşüncelerimiz. Garip ve en temel olan da, yine farklı olanların farklı yorumladığı sevginin oluşu. Somut olarak yaşadıklarımızı gerçekliğini sağlayacak tek şeyin oluşu. Fikirleri birbirine yakınlaştıracak tek şeyin olması. Tabi ki patronla işçinin birbirine olabilecek sevgisinden bahsetmiyorum. Bi insana, bi ideolojiye ya da bi eşyaya gibi. Size göre değişen, buralara sığmayan aklınıza gelen en saçma şeye bile olabilir. Bence orada kaybeden yok. Orada herkes kazanan, kendi etrafında ya da etraflarında kurulmuş balonlarla. Sahip olabileceğinizi ya da olduğunuz her hangi bi sevgi varsa gerçekten durmayın. Sonuçta sizin kazandığınızı ya da kaybettiğinizi birisi yine söyleyecek, hiç değilse düşüncelerinizi kazanan bişeyler ya da bi düşünce daha olacak.   

Deli gibi uykum var. Umarım anlatabilmişimdir.

Kendinize iyi bakın.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Önce gerçekler solar

Savaşa maşa tutanların çığırtkanlıklarının karşısında sadece fikirlerin tutunabileceğini anlayan insanlar var. Duygularından çok zekalarına hayran olunması gerekenler. Ve güzel fikirlerin arkasından gitmek bizi de güzelleştirecekse, her şeyi ama her şeyi bi kenara bırakacaksak, en saf halinin farkında bile olamayacak küçüklerin nefes almasını sağlayacaksak, düşünmek kadar kutsalı olamaz. Dünyanın her bi yanına sıçramışken mantığın insanları, sesleriyle, yazılarıyla, destek veriyosa barışa, toprağın altında olsa da arkasında bıraktıklarını kendisi gibi binlercesine ulaştırmışsa bu hayata kimse kötü demesin. ''La vita è bella''

Çoğu insanın sandığının aksine bi veda değil bi varoluş içerir ardı arkası kesilmeden John Lennon. Burada biçoklarından ayrıldığımı söylesem de bazı gerçeklerin önüne geçemiyosun. Ölüm gibi, yaşam gibi, sevgi gibi, ya da savaş gibi. Tüm bunları en tatlı diliyle anlatılabilecek şekilde anlatandır bize John Lennon.

Bazen olur ya her şey üst üste gelir iyi veya kötü. Nankörlüğümüzü bi yana bırakınca kalan iyilere sarılmanın en büyük ve tatlı örneği. Zamanını yanlış bulmak yanlışların en büyüğü ama gerçekten iyi insanların hepimizin buluşacağı yere erken vardığı kesin. Arkalarında bi dünya iyilik bıraktıklarında ve o güzel şeylerle her karşılaştığımızda onlarla buluşabileceğimizi düşünmeden edemiyorum ben. Ama bence o insanların da dünyada olmasının en büyü sebebi arkalarında bıraktıkları mirasları. Bu bi Peygamber de olsa, bi lider de olsa bi sanatçı da olsa arkalarında bıraktığı düşünce kırıntısı bile bizim bi parçamız hatta bütünümüz olabiliyor. İdeolojilerin en büyüğü, yaşamın tek anlamı benim için de bu sadece. Gerçekten anlamı olanları arkadakiler farkediyo ve yüceltiyor.

Başarılı insanlar geçmişlerinde zorlukları anlatmayı severler. Çünkü ne kadar dibe batsan da çıkışın o kadar mükemmel olunca kendini göstermek için elinden geleni yaparsın. Oysa ki yalın bi hayata sahipken geldiğin noktanın büyüklüğü senin kişiliğine olan bi övgüdür, her iki yolu da bilen bi insanmış John.  Hep düş kuran, ama aynı zamanda gerçekleri de görerek barıştan, aşktan ve sevgiden bahsetmiş. anlamsız ve basit bi iyimserliğe kapılmadan. Tam da tersine yaşanan kötülükleri açık bi şekilde yüzümüze vurup içimizi acıtmış. Ama o acı bile mutluluk vermiş çünkü geçmişinde yaşadıklarını ve bulduklarını kıyasladığında bulduklarına sarılmış.

Bi performans sanatçısı olan Yoko Ono'yla, iddia edilenin aksine "Sakin bir yaşam sürerken paranın ve şöhretin tadını yakaladığı dönemde" değil, parası olmasına rağmen mutluluğu yakalayamadığı sıkıntı içerisinde olduğu bir dönemde tanışmış, hayatının aşkını bulduğunu düşünmüştür. Ki ilerleyen yıllarda bunun doğru olduğu o kadar net anlaşılıyo ki. Her şeye ve her söze rağmen. 

İnsanları gerçekten tanımanın tek yolu önce kendini tanımaksa bunun en güzel örneği tek bi şarkıda toplanmış. Kendisine ve topluma atfedilenleri bi kenara bırakıp benim de en çok kayboluşuna üzüldüğüm saf ruhu bulmuş John Lennon. 

''God is a concept
By which we measure
Our pain
I'll say it again
God is a concept
By which we measure
Our pain

I don't believe in magic
I don't believe in I-Ching
I don't believe in Bible
I don't believe in tarot
I don't believe in Hitler
I don't believe in Jesus
I don't believe in Kennedy
I don't believe in Buddha
I don't believe in mantra
I don't believe in Gita
I don't believe in yoga
I don't believe in kings
I don't believe in Elvis
I don't believe in Zimmerman
I don't believe in Beatles
I just believe in me
Yoko and me
And that's reality

The dream is over
What can I say?
The dream is over
Yesterday
I was the dream weaver
But now I'm reborn
I was the Walrus
But now I'm John
And so dear friends''


O kadar da güzel ki. Görüşmek üzere.


14 Kasım 2013 Perşembe

Aklımdan hiçbi şey geçmiyo

'' Evlenip çocuk yapmak istiyorum. Dünyayı dolaşmak. Bir ev almak. Romantik tatillere gitmek, gün boyu sadece dondurma yemek istiyorum. Başka ülkelerde yaşamak. Ideal kiloma inip orda kalmak. Harika bir roman yazmak. Eski bir arkadaşla haberleşmek. Bir ağaç dikmek istiyorum. Nefis bir akşam yemeği hazırlamak. Kendimi başarılı hissetmek. Buz banyosu yapmak, yunuslarla yüzmek. Gerçek bir doğum günü partisi vermek. Yüz yaşına kadar yaşamak. Ölene dek evli kalmak. Bir şişede coşkulu bir mesaj yollayıp aynı derecede ilginç bir cevap almak. Tüm korkularımın üstesinden gelmek. Bütün gün bulutları izleyerek yatmak. Antikalarla dolu eski bir ev almak. Bir maratonu sonuna kadar koşmak. Harika bir kitap okuyup, güzel cümleleri hayatım boyunca hatırlamak. Hislerimi yansıtan harika resimler yapmak. Bir duvarı sevdiğim resimlerle ve sözcüklerle kaplamak. Sevdiğim dizilerin tüm sezonlarına sahip olmak. Önemli bir konuya dikkat çekip, insanların beni dinlemesini sağlamak. Paraşütle atlamak, helikopter kullanmak, çırılçıplak yüzmek. Her gün aradığım türden iyi işi bulmak. Romantik ve eşsiz bir evlenme teklifi almak. Gece açık havada uyumak. Bessegen Dağı'na tırmanmak. Bir filmde ya da Ulusal Tiyatro'da rol almak. Piyangoda milyon kazanmak. Faydalı işler yapmak. Ve sevilmek istiyorum. '' 

-Oslo, 31.August

dedi Iskandinav kızı. Anders doğruldu, duyduğu çoğu sesten ve insanlardan rahatsız bi şekilde. En çok da bu heyecandan. 

Jason Mraz'ın can sıkan pozitifliği, Ted Mosby umudu ya da siz her ne diyosanız onun gibi.

Komik. 

30 Ekim 2013 Çarşamba

Gecesinde Yağmuru

'' Olimpos tanrıları akşam yemeğinde nektarlarını yudumlarken gökten üç elma düşer, üzerinde 'en güzel tanrıçaya' ibaresi vardır. Üç güzel tanrıça; Hera, Artemis ve Aphrodite 'bana geldi bu tabi ki hey hey' diye aynı anda atlarlar elmaya. Zeus hakemliğini yapamaz, birisi karısı Hera, birisi kızı Artemis, diğeri de Aphrodite olunca. Tanrıçaları elma ile Hermes eşliğinde Ida dağındaki çobanlık yapan Paris'e yollar. Bu güzellik yarışmasındaki tek juri olan Paris, Aphrodite'i seçer. Ve Aphrodite o zamandan beri güzellik tanrıçası olarak anılır. Derler ki Aphrodite o zamanlar kemeriyle Paris'i büyülemiş ve elmaları almıştır. '' 

Elinizde kaybetmek istemediğiniz her zaman bişeyler olur. Hepimiz ilk adımımızı atarken taşıdığımız masumiyetimizi koruyabilseydik dünya yaşamak için bu kadar kirlenmemiz gereken bi yer olmazdı. Umrumuzda olsaydı bazı şeyler, yaptığımız hataların bizi o saflığımızı kaybettirmesine izin vermezdik. Örmezdik duvarlarımızı etrafımıza. Bi daha yapmamakla bi daha yapamayacak halde kendini kısıtlamak çok farklı şeyler. Yaşamımızdan giderken biz her geçen gün bi duygumuzu daha unutmayı deniyoruz.  

Kadere inanan bi insanım. Kaderin insanın kendi ellerinde şekillenebileceğine inananlardanım. Bu yolda yaşayabileceğimin en'inin hiç bişeyle kısıtlanamayacağını acı bi şekilde öğrenmiş birisiyim. Arkasındayım söylediklerimin bi yandan, karıştırdım tüm hayatımı eskisiyle, yenisiyle ve düşündüğüm zaman bana mutluluk verenleriyle. Bu yüzden yaşayacaklarım için en güzelini seçmeyi istedim. Benim için bunun anlamı Paris'ti. Zincirin halkaları olan bizlerin bi yerlerde buluşacağını düşündükçe bana güzel duygularını bırakanı. Geçmişimde hiç böyle şekilleneceğini bile düşünmediğim zamanlarda tanıştım. Bahsettiğim saflığın en öz halini taşıdığım zamanlardı. Zaten hepimiz için hayallerimizin büyümesi anlamını taşıyo bazı şeyler, özellikle büyümenin tam karşılığı olarak. 

Tam üstüne çıktığımda uzakları görebilmek için elimle yaptığım dürbünün tellere dayanışını hatırlıyorum Eyfel'de. Mona Lisa'nın beni uzun uzun kesmesi, bana bakması beni biraz korkutmuştu. Korku tüneline yaşım tutmadığından giremediğim için ağladığım Disney Land'ın gece kapanışında yarı uykulu halimle aldıkları gönlümü unutamam. Ama ne olursa olsun şehirler de insanlarıyla güzel. Hissettiklerin olmazsa gördüklerin tatsızlaşıyor, bi anlamı kalmıyor. Şehrin büyüsünde dans edip, günlerini, aylarını geçircek bile olsak onu güzel yapan ve hayallerimizi süsleyen sadece insanlarıdır. Yanımızdakiler ya da bi zamanlar yanımızda olduğu için mutlu olabildiklerimiz. İşte o zaman yaşadıklarınızın bi kıymeti oluyor. Bu yüzden şehirleri ''biz''leştirirken gerçekten bizimle bi anlamı olduğunu anlamamız gerekiyor. 

Le Figaro gibi mükemmeli elinde tutan müzik stüdyosuna gelen şirin insanları görmek güzel olur Paris'te. 

Sokaklarında orada olduğunuzu hissettiren ezgiler söylenmeli Paris'te.

Yağmurunda içinizi ısıtacak şeyleri taşımanın mutluluğu olmalı Paris'te. 

Ya da bu kadar anlamsız ki gözlerimizi kapattığımızda olmak istediğimiz yerde olmalıyız şimdi. Siz yine de duyduktan sonra kendi sesinize bin bir küfür edeceğiniz, anlamı '' Paris'in göğü altında'' anlamına gelen Yves Montand'dan  '' Sous le ciel de Paris '' i dinleyin. Yer yüzünde dinlenecek en güzel şarkılardan.

Görüşmek üzere

24 Ekim 2013 Perşembe

İkişer göz birbirine bakan

'' If you're not sad now, you're gonna be.''

Şarkılarını, hele ki en sevdiklerini başkalarından kıskanmayan yoktur. Hepimizin Youtube'da 20bin - 30bin hit yapan sevdiklerimizin artmaması için dua ettikleri de mutlaka olmuştur. Hatta ben replay tuşunu taciz edip de sayıyı artırmaktan korktuklarımı telefonuma indiriyorum bazen. Tamam, kabul işi takıntı boyutuna getirmenin bi anlamı yok. Ben yaptım siz yapmayın.

Kimse kendini kaptırıp kulaklığın dışından duyulduğunu farketmeden dinlediklerini özellikle sorduğunuzda hayır demez. Tam da o an farkediliyo neyin ne olduğu. Sesin duyulduğu için bile özür dilemeden kaşları çatıp nefret kusuyolar. Kusuyoruz diyim, kıskançlığın en saf halini görmek bana güzel geliyo ama sormak lazım bilen birine.Bilen kişi sayısı da az sanki, bulamamanız bizi özel mi kılıyo yoksa garip mi kılıyo bilmiyorum. Ama tanıdığım bikaç kişi var onlar da çok güzel insanlar.

Hal böyle olunca çok basit bi çıkmaza giriyoruz. Bizi kendisine bağlayan, hayattaki çoğu şeyden ve kimseden daha fazla değer verdiğimiz, onca duygumuzu sığdırdıklarımızın bizde kalması mı önemli olan. Bu kadar bize ait olduğunu hissettiğimiz bişeyin bizim geçmişimizde kalması da çok normal olmalı. Bundan bi 2 yıl öncesini düşünün, yaptıklarınızla olduğunuz kişiyle dalga geçmeyen yoktur heralde. Geçenlerde 2 yıl önce kaybettiğim bi flashımı buldum, kappe hayat bana yar etmemişti o hafta kaybolmuştu, arkadaştan çökmüştüm. Yedeklediğim müziklerim hepsi içindeymiş, sırasıyla açtım dinledim ve geçen saatlerin sonunda karnıma ağrı girdi gülmekten. Zamanla küflenecek şarkılarımız da böyle, dertlerinince dinlediklerimiz, sevinince dinlediklerimiz hepsi de o komik şeyin bi parçası olarak kalıcak. How I Met Your Mother’da Ted ile Marshall’ın yıllar sonra özledikleri kolej hatıralarını canlandırmak için aynı çıktıkları yol gibi. aynı şarkıda saatlerce sıkılmadan yapılan araba yolculuğunun tadı çok farklıydı. Geriye bakınca.  Kimisi yıllanıcak ve gün geçtikçe daha farklı boyutlara yelken açacak. Ve kimisi de ilk günkü gibi en’lerinizde olacak ve hiç değişmeyeceğini her dinlediğinizde hissedeceğiz.  

Şarkılarımızı paylaştıklarımız, özeldir her zaman. Ya da beraber olmasanız bile dinlemesini istediğiniz şarkıların her birisinin her sözcüğü ayrıdır. Çok garip ama duygularımı belli etmemin ve yaşamanın en güzel yolu bu, fütursuzca (hehe) gelen bişey yeani. En güzeli de o anıların sizde kalması, uyumadan önce sarılacağınız bişeylerinizin olması. Neyse.

Benim için çoook önemli bi yeri olan bi grubu tanıtıyorum bu akşam. Size tam rehberlik yapmak isterdim, rahatlıkla tanıtabileceğim bi mazimiz var aslında The Civil Wars’la, ama olmasın. Size gideceğiniz patikayı gösterip aradan sıyrılırsam oraya ulaştığınızda maymun iştahınız kapanırsa çıkışı da bana sormayın, istemem.

The Civil Wars kurulalı çok da olmayan iki solo kariyerin birleşiminden oluşmuş. The fantastic John Paul White’ımızla lovely Joy Williams’ımızın –kendi tanıtımlarıyla böyle bu, bana kalsa John reyizi bi kenara atarım Joy’a sıralardım her şeyi- yolları bi stüdyoda birleşir. Kimyayı yakalamaları çok uzun sürmemiş çünkü yazdıkları 2 parçadan – Barton Hollow ve Poison & Wine- sonra 2 yıl kadar gerek güzel coverlarıyla gerekse tanınmak için düzenledikleri ufak konserlerle geçmiş. Benim hayatıma gireli 2 yıldan biraz fazla oluyo, artık mışlı muşlu konuşmadan devam edicem. Çoğu zaman kuru stüdyo şarkılarına bile alışamadığınız insanların konserlerin videoları can sıkıyor. Joy’la Paul’un konserlerindeyse samimiyet, sıcaklık, duygu o kadar doruğa ulaşıyo ki hissediyosun. Evin içerisinde arkadaş ortamında yanındalarmış gibiler. Joy’un kur yapıyomuşcasına da olsa masum olduğunu her halinden anladığınız tavırları. Kaldı ki eski ve bilindik şarkıları coverladıkları o dönemde kendilerini anlattıkları bişeyler yokken bile bu sıcaklıktan kazandıklarını inkar  etmem.  Yine de bu kadar birbirine yakışan ve mükemmeli bulan çift birlikte değil. Tıpkı Johnny Cash ve June Carter gibi. İstediklerimdendi böyle bişey oluşturmak, loş bi ışıkta hiç olmazsa dostlarla akşamları güzel geçirmeyi bi Joy’la sağlamak. Ben sıramı savdım, olur ya hani o müzikle oluşturulmuş dostların arasında yerim olsun isterim artık. 

En sevdiklerim:

Sacred Heart,
Kingdom Come,
Dust to dust.



Yaşanılanların bizde bıraktığı duygular birbirine çok benzer, her anın hatırlattıkları ve hissettikleri birbirinden farklı.  Anlatmalı. Hiç birimiz istesek de yalnız kalamayız. Bu güzel insanlar dünyada oldukça. Mottolarını sevdiklerim. 

Kocaman iyi geceler.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Tıkır mıkır

Merhaba.

Uzun süredir içimde bi ukte olarak kalmıştı yazmak, ama ne için ve ne zaman yazmam gerektiğine karar veremiyodum bi türlü. Bi şeylerin beni tetiklemesini beklemenin kimseye faydası olmuyomuş meğersem, sizi düşündüren onca şey varken bunları yazmanın getirdiği rahatlığı bi tık üstüne atlatmak neden olmasınım oldu şimdi.

 Basit bi şekilde buraya gelişimi anlatıyim. Bu üçüncü blogum, ilkini geçen sene bu zamanlardan biraz daha sonrasında yazmaya başlamıştım. Açık konuşmak gerekirse ne kadar buraya yazmayacağım tarzda şeyler içerse de o kadar 4 elle sarılacağım bi şekilde burada mıyım çok da emin değilim. İkinci blogumu da bu ağustosta süsledim, o da yazabileceğimin sınırlarının en yoğununda devam ediyo. Ediyo diyorum çünkü emin olduğum şeylerin bitişine kadar kendimi ele aldığım bi diğer ortam olarak kalmalı orası. Belki biraz daha özgür. Ve tabi ki yalnız olarak oradayım.

Son olarak buradayım ve olduğum yerde çoğu zaman mantıklı olup olmadığını düşündüğüm şeylerin biraz bilgiyle karılmasıyla kendimi iyi hissettirenleri yazmayı planlıyorum. Hoş, neyi yazmak isteyeceğini düşünmek kadar saçma bişey olamaz ama açık ve belirleyici olmak lazım, ilk yazım için en azından.

Bi süre kendi duvarıma konuşmakta hiç sıkıntı yaşamam galiba buralarda. Gelenler ve gelenler ve gelenlerin getirdikleri saçma sapan gelen insanlarıyla birlikte bi uğultu oluşturana kadar. 

Asıl beni buraya getiren de bugünün son satırları olacak. Geçen senemden, bi kağıda yazıp montumun cebine attığım, bütün bunları başlatan replikler oldu ama. Birbirinden bağımsız cümlelerin toparlanmasını sağlayın, ne uğurda olursa olsun. 

''  Hayatımda birkaç kez her şeyi açıkça görebildiğim anlar olmuştur. Sadece birkaç saniye için sessizlik gürültüyü bastırdı. Düşünmek yerine hissedebildim. Ve olaylar netleşti. Dünya capcanlı göründü. Sanki her şey bir anda var olmuş gibiydi. Bu gibi anların uzun sürmesini sağlayamadım. Tutunmaya çalışırım ama onlar da her şey gibi yok olurlar. Hayatımı o anlar için yaşadım. Onlar beni ana geri döndürürler.

Şu an her şeyin tam da olması gerektiği gibi olduğunu fark ediyorum. İstediğim yerdeyim  '' 

En güzeli de bu, filmin konusuyla hiç alakamın olmadığını bildiğim halde rolleri değiştirmiştim. Tabi o zamanlar. Ama izleyin güzeldir. Single Man (2009) 

Tekrar merhabayın.