19 Ocak 2014 Pazar

Agnes Obel






İkinci kısım.

"I don't go out and seek inspiration, I think I get my inspiration from the melody. Sometimes I feel like a melody doesn't have anything to do with me, but it's just something that comes, is accumulated from me playing on the piano, and then this little creature just appears." - Agnes Obel


Asıl ismi Agnes Caroline Thaarup Obel olan.
En büyük idolü annesi sonra da Jan Johansson olan.
Bir Galatasaraylı olarak bendeki yeri apayrı olan şehir, Kopenhag doğumlu.
Şarkılarını kendisi yazan, söyleyen ve kaydedendi. Kaydedendi dedim çünkü öyle geleneksel bi iş yapmıyo, sadece çevresinde tanınan birisi değil her ne kadar daha buralara sesini pek duyuramamış da olsa. 20 yıl sonra belki, arkadan gelmekte üstümüze yok biliyosunuz. Ki , ilk albümüyle Danmiarka'da 5, Fransa ve Almanya'da 1er kez platinyum almış olan ( ve takip ettiğim kadarıyla yeni albümü 28. sırada Billboard'da) Agnes'in adı sanı d&r'da yok.

2 yılı biraz geçti tanışmamız, önceleri '' gündüz dinlemek? hayır ya çok sakin kalır olmaz böyle '' derken özellikle bugünlerde sabah ilk duymak istediğim ses oluyo. pek çokları gibi Riverside'ı ile tanıştım ama 

Bazı insanları yaptıklarıyla severiz. Ama yaptıkları şeye giden yolda sarfettikleri düşünceleri çoğu zaman bilmeyiz. Bildiklerimizi de arka cebimize atar sadece onun bahsi açıldığında çıkarırız, tabi hatırlarsak. Hiç birimiz saklamayız akıllarda ya da yerleştirmeyiz. Çünkü mitleştiririz kafamızda o insanların ''yaptıklarını'', farkına varamayız bahsettiğim yoldaki düşüncelerinin de bizimkilere yakın olduğunu. Ve hayatımızı bi olayın bişeyin bizi tetiklemesini bekleriz bi şekilde, yine hiç düşünmeyiz bişeyi yapmak isterken sadece ve sadece hayallerimizden bu kadar uzak oluşumuzun utancını farketmemiz gerektiğini. Eğer siz de benim gibi şanslıysanız gelir ve çarpar o tokat yüzünüze, ve daima hatırlayacağınız olur. Yüzünüzdeki kızarıklığı geçse dahi bi yerlerde taşırsınız onu. Ve ulaşılamaz dediğiniz insanların yüzlerindeki zamanında çarptığına inandığım o tokatların izlerini göremediğimiz için aldanıyoruz.

Düşündüklerini hissettiklerinin sonrasına alan bi Agnes var. Çünkü hissettiklerini doğru şekilde bulduktan sonra söyleyeceği sözlerin insanlar tarafından hep daha çok dikkat çekeceğini biliyor. Bence bencilliği burada, doğru mu görüyorum bilmiyorum ama sadece kendisi için müzik yapıyor. Ki öznelliği yansıtmamak için uğraşan bi piyanist aynı zamanda (ne kadar mümkün olabilirse, insanın çocuğuna kendisine benzememesini telkin etmesi gibi). Ayrıca çevresindeki kalabalığı kovalamakla uğraşıyor, ikinci albümü (Aventine) çoğu sadece piyano solosuyla oluşan şarkılardan. Onun dışında yaptığı iş klasik müziğin çok dışında, maksimum 3 enstrümanla birlikte çalışabiliyor. Bunun temel sebebi de piyanosuyla birlikteyken hem kendisi için hem de dinleyenler için iki şeyi oluşturmak istemesi; notaların ve sözcüklerin bizi resmetmesi. Yani kendisini yaptığı şeyle birlikte bizden istediği 3 şeyin yine 3 şeyden gerçekleşeceğine inanıyo olması bunun temel sebebi. 

Aralık ayında İstanbul'da İKSV'ye gelmişti Agnes, daha önünde aşağı yukarı 30 konserlik bi turu var sonrasında da ufak bi tatil dersek tekrar gelişi 2 yıldan daha fazla bile sürebilir. İki yıl öncesi geldiğinde aklıma bile gelmezdi bi gün konserine gidebileceğim ihtimali, şimdi gidemediğim için pişmanım. İki yılda değil daha kısa sürelerde hayallerimiz, planlarımız hayatımızdaki insanlar dahi değişebiliyor. Agnes de iki yıl sonra hayatınızda olursa ve kıvılcımı ben olursam dev sevinirim, belki karşılaşırız bile.

İyi geceler.

Agnes Obel Live @İKSV - Beast: http://www.youtube.com/watch?v=MnIRPYLfIrk


5 Ocak 2014 Pazar

Julius Sezar






Evet bi süredir yoktum ama gerçekten benim suçum yok. Hala sağda solda yazıyorum ama anlık tespitler ya da aforizmaların ilerisine pek gidememeye başladı. Sevmediğim bi durum, şimdilik artık bende alışkanlık yapmasına korkarak ilerisine erteliyorum ama başlıkları ya da aiçine batsam bulansam da bıkmayacağım konuları.

Yeni yıla girdik malum. Umarım sizin için de iyi geçmiştir 2013. Bana soracak olursanız son nefesime kadar hatırlayacağım şeyleri yaşadım bu yıl. Çok sıkıntılı olabileceği halde onları yaşamaya fırsat bulamadığım, yaşayaabileceğimin enlerini hissettiğim bi ilk yarı ; ardından da hayatım en zor zamanlarını geçirdim. Ama nasıldı sorusuna tek cevabım ''iyiydi'' olurdu. Yeni yıldan bi dilek dilemedim ben. Çünkü neyin iyi neyin gerçekten kötü olduğunu bile bilemezken ''bu olsun evet evet bu'' demenin bi manası yok. Yine de yüzünüzden gülücükler eksik olmasın. Bu arada özellikle yoğun olduğum bi dönemde güzel dönüşleriniz için yazıyorum desem yalan olmaz. Neyse bik bik ötmesem keşke, daha çok severdiniz beni biliyorum, tamam hurmayın başlıyorum.

Eskiyle yeninin birbiriyle bağlantısından bahsetmiştim biraz. Ama bu daha çok sınıf değerlendirmesi gibi olmuştu, belki biraz daha gerçekçi. Şimdi yaptıkları işin arkasında birbiriyle bağlantılı olduklarına inandıklarımı anlatıcam. 

Genel ahlak kurallarının en güzel tarafı genel olmasıdır. Siz de yakalamışsınızdır tabi bunu doğal olarak :D neyse ama demek istediğim o kadar basit değil sanki. Her zamanı ve herkesi kapsaması, sınırlarının olmaması. Şimdi iğrenç bi acıtasyona vurmak istemiyorum ama gerçekten yaşanılmaz olan olurdu bu genellik olmasaydı hayat. Ne gibi? Herkesin bi parçasıyla tabandan tavana aynı olduğu yerlerin olmaması düşünebilir miydi sizce? Ufak bi ayrıntısı var ama. Farklılıkların ortaya çıktığı bi tabakada bu genel ahlak sayesinde düşünülenin aksine inanılmaz bi uyum oluşuyo. Çünkü ağaç dallarında olduğu gibi en yukarılara çıktıktan sonra anden ayrılan iki dalın birbiriyle olan benzerlikleri de çıktıkları yer kadar fazladır. Anlaşamamaları  mümkün değil ve ortaklık paydaları en az olan yeri gövdesiyse, bi büyük darbede  yıkılan koca ağacın kesildiği yer de yine gövdesidir. Bi ağacı dallarından keserek yıkamazsınız, ve fikirler ne kadar çoğalırsa ve düşünce ne kadar fazlalaşırsa farklılaşırız. Bi dal oluruz, çok farklı olduğumuzu sandığımız insanlara bu yüzden yakın olmalı.

Galiba iki yazı yazmam gerekicek çünkü daha konuya bile giremedim. Eski - yeni diyoduk. Nerden buraya geldim? Julius Sezar'ın ünlü duruşunu kendi duruşuyla albüm kapağı yapan sarışından. Agnes Obel, piyanistten. Bi dakika tekrar gelicem buraya ama önce bişeyler daha zırvalamam gerek, eksik kalmasın.

Görüşümdür, artık insanların bu kadar tek tipleştirilmeye çalışıldığı bi dönemi uzun bi solukla geçtiğimizde oluşacağı şekli bi hayal edin. Popülarite ve ortaklaşan duygular insanları sıradanlaştırırken hafif bi farklılık ya sizi yücelticek ya da sokakların içinde hayatlarımızı geçirmemizin sebebi olacak. Ya da susturuluşumuzun. Şimdi geçmiş: insana zaman ilerledikçe tatlı gelir ama bazı şeylerin hakettiğini düşünmeden olmuyo. Siyah Beyaz bi filmin ortasında ufak ufak gülmemize sebep olan montajlarıyla (ocak yakılır, çıkan ateş sesi sadece bi saniye olur. Araba çalıştırılır, motorun sesi sadece bi kaç saniye durur ve kesik kesik devam eder) da olsa mesela bi Andrey Tarkovski filminin iki saati tüm Hollywood tarihinin yarısını silebilir düşünce anlamında. Giderek sıradanlaşılsa da şimdinin farklı düşünceleriyle omzu omuzadır (daha geriye gidersek Kurusawa, yakınlaştığımızda Kubrick hatta Coen kardeşler olabilir bunlar). Bunu bi  farklı düşünen olarak değil de, onlara uzaktan bakan birisi olarak söylüyorum.

Her zaman da düşünce anlamında olmuyo işte. Zeytin dalından tacı sarı saçlarıyla yapan Agnes'in duruşuyla Jul'e benzemesi gibi. Agnes'in hikayesi de bu yazının ikinci parçasına kalsın, sonraki yazıya. 

O zamana kadar:

Agnes Obel - The curse (Berlin Live session)
 http://www.youtube.com/watch?v=j1wgaFJ0750

İyi geceler